Emri bil maruf yapılması için gereken şartlar

BİRİNCİ İKİNCİ FASIL: GÜCÜ YETMEK.

Neden gücü yetmeyi şart koştuk? Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Bir toplumun içinde bir adam olur da günah işlerse, onlar da onu önlemeğe güçleri yettiği halde önlemezlerse, tövbe etmedikleri takdirde Allah hepsine azap eder.”

Aleyhissalatu vesselam Efendimiz bunu şart etmiştir; o da iyilerin galip olmaları, hükümdarın adil olması ve iyi kimselerin de ona yardım etmesidir.

Ama kötülüğü men etmek nefsi aldatmak için olur da kişinin malına ve canına da zarar gelirse, ona vacip olmaz; çünkü Allah Teâlâ:

“…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…”‘ ( Bakara, 195 ) ve ” …Kendi nefislerinizi de öldürmeyin…” ( Nisa, 29 ) buyurmuştur.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: “Bir müminin kendini: hor etmesi doğru değildir,” dedi: “Ya Resulallah, mümin kendini nasıl hor eder?” diye sordular. O da: “Altından kalkamayacağı bir işe girişir.” diye cevap verdi.

Şöyle de demiştir: “Değiştiremeyeceğiniz bir kötülük görürseniz, onu Allah değiştirinceye kadar sabredin.”

Bu durumda reddetmek vacip olmayınca, zann-i galibi ile nefsinden korkarsa vacip olur mu? Bize göre caizdir ve faziletlidir de,
eğer kararlı ve sabırlı kimselerden ise. Bu durumda kötülüğü reddetmek Allah yolunda kafirlerle cihad etmek gibidir. Allah Teâlâ, Lokman kıssasında şöyle demiştir:

“…İyiliği emret, kötülükten men et ve başına gelene sabret…” ( Lokman, 17 )

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de, Ebu Hureyre radıyallahu anh’e şöyle demiştir: “İyiliği emret, kötülükten men et ve başına gelene sabret.”

Özellikle zalim bir hükümdarın karşısında yahut küfür kelimesinin ortaya çıktığı sırada iman kelimesini yükseltmek için mücadele ederse, daha iyi olur. Çünkü fakihler bunun caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Onlarla bizim aramızdaki ihtilaf bu iki konunun dışında cereyan edenler içindir.:

İKİNCİ FASIL: KOTÜLÜĞÜN KALKMAYACAĞINI ZANNEDERSE.

Eğer galip zannı ile kötülüğün kalkmayacağını ve devam edeceğini bilirse, yine de kötülüğü reddetmek ona vacip olur mu?
Bunda da İmam Ahmed ( radıyallahu anh)’ iki rivayet vardır:

Birincisi: Bu durumda da kötülüğü men etmek vaciptir, çünkü karşı tarafın bundan vazgeçip kalbinin yumuşaması ve doğruluğu nedeniyle Allah’ın tevfik ve inayeti sayesinde o şeyden vazgeçmesi mümkündür. Zan ise bunu yapmanın caizliğine engel teşkil etmez.

İkincisi: Ortadan kalkacağına iyice inanmadıkça onu men etmesi vacip değildir; çünkü men etmekten maksat, kötülüğün ortadan kalkmasıdır. Eğer yerinde kalacağına aklı keserse, terk etmesi daha iyidir.

ÜÇÜNCÜ FASIL: REDDETMEK VACİP OLUNCA REDDEDENLER DE ÜÇ KISMA AYRILIRLAR.

Birincisi: Bunların reddi el ile olur; bunlar da devlet başkanları ve hükümdarlardır.

İkincisi: Bunların reddi de elle değil dille olur ki bunlar da alimlerdir.

Uçüncüsü: Bunların reddi kalp ile olur ki bunlar da halk tabakasıdır.

Bu manada söyle bir hadis varit olmuştur: Ebu Said radıyallahu anh’ın rivayetine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Sizden biri bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle önlesin. Eğer buna gücü yetmezse, dili ile önlesin. Buna da gücü Yetmezse, kalbi ile önlesin. İmanın en zayıfı da budur.” Yani iman ehlinin yapacağı en zayıf ameldir, demektir.

“Biriniz bir kötülük görür de onu önlemeye gücü yetmezse üç defa: ‘Allah’ım, bu kötülüğü sen izale et,’ desin. Bunu derse, iyiliği emretmiş ve kötülükten men etmiş gibi sevap kazanır.”

DÖRDÜNCÜ FASIL: İYİLİĞİ EMREDEN VE KÖTÜLÜKTEN MEN EDENDE BEŞ ŞART ARANIR.

Birincisi: Emrettiği ve men ettiği şeyi bilmiş olması.

İkincisi: Allah’ın rızasını, Allah’ın dininin azîz olmasını, O’nun kelimesini yüceltmeyi, taatini meydana çıkarmayı kastetmeli; gösteriş, desinler ve izzet-i nefis için yapmamalıdır. Ancak ihlasla yaparsa yardım görür, kendisine güvenilir ve kötülüğü ortadan kaldırır. Bu meyanda Allah Teâlâ:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, o da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” ( Muhammed, 7 )

“Şüphesiz Allah takva sahipleri ve iyi kimselerle beraberdir.” ( Nahl, 128 ) buyurmuştur.

Eğer şirkten sakınır, reddetmesine halkın yan bakmasını nazar-ı itibara almaz ve bu husustaki işini ihlas ve samimiyetle yaparsa, sonunda zafer kendinin olur. Eğer başka türlü hareket ederse, perişan olur, küçülür, hor ve hakir olur. O kötü şey de olduğu gibi yerinde kalır. Hatta artar, kötüleşir, asi kimseler daha da saldırganlaşır, insanlar ve şeytanlar Allah Teâlâ’ya muhalefette, O’na itaat etmemede ve haramları irtikâp etmede birleşirler.

Üçüncüsü: İyiliği emri ve kötülüğü men’i yumuşaklık ve sevecenlikle olmalı; kabalık ve sertlikle olmamalı. Bilakis din kardeşine karşı samimiyet ve şefkatli olmalı. Düşmanı mel’un şeytanla nasıl iş birliği yapmış bunu hatırlatmalı. O ki onun aklını ele geçirmiş, Rabbine isyanı ve emrine muhalefeti ona süslemiştir. Bununla onu helak etmek onu ateşe sokmak istemiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“…Şeytan ancak kendi taraftarlarını kızgın ateşin yârânlarindan olmağa çağırır.” ( Fatır, 6 )

Allah Teâlâ, Nebisine şöyle demiştir:

“Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı olsaydın, muhakkak etrafından dağılırlar :
( Al-i İmran, 159 )

Allah Teâlâ Musa ile Harun’a -Allah’ın selamı o ikisinin üzerine olsun- onları Fir’avn’e gönderirken şöyle demiştir:

Ona yumuşak söz söyleyin; belki düşünür veyahut korkar! ( Taha, 44 )

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Usame hadisinde şöyle demiştir: “Bir kimsede şu üç özellik olmadıkça iyiliği emretmesi
ve kötülüğü men etmesi uygun değildir: Emrettiği şeyi bilmesi, men ettiği şeyi de bilmesi ve emrettiği ve men ettiği şeyde
şefkatli olması.”

Dördüncüsü: Sabırlı, yumuşak başlı, dayanıklı, alçak gönüllü. nefsine uymayan, kalbi sağlam, kibar, hastayı tedavi eden doktor, deliyi uslandıran hakîm ve doğru yolu gösteren rehber olmalıdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

“Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” ( Secde, 24 )

Onlar Allah’ın dinine yardım ettikleri, onu güçlendirdikleri ve onu ayağa kaldırdıkları zaman kavimlerinin eziyetlerine tahammül gösterdikleri için onları doğru yolu gösteren din doktorları yaptı ve müminlerin önderi yaptı. Allah Teâlâ Lokman kıssasında şöyle demiştir:

“…İyiliği emret, kötülükten men et ve başına gelene sabret. Bu, azme değer işlerdendir.” ( Lokman, 17 )

Besincisi: Emrettiği şeyi kendi yapmalı, men ettiği şeyden de elini eteğini çekmelidir, onun kirine bulaşmamalıdır ki ona musallat olmasınlar: o zaman Allah katında kınanmış ve yerilmiş olur. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

“İnsanlara iyiliği emrederken kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki Kitabı okuyorsunuz… Artık akıl etmez misiniz?”
( Bakara, 44 )

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Enes bin Malik radıyallahu anh hadisinde şöyle demiştir:

“Miraç gecesinde birtakım insanlar gördüm, dudakları makasla kesiliyordu: “Bunlar kim, ya Cebrail?’ diye sordum. O da: “Bunlar ümmetinin insanlara iyiliği emreden, kitabı okudukları halde kendi nefislerini unutan hatipleridir,’ dedi.

Katade radıyallahu anh de şöyle demiştir

“Bize anlatıldığına göre Tevrat’ta şöyle yazılı imiş: Âdemoğlu beni zikreder ve beni unutur, bana davet eder ve benden kaçar. Bu yaptıklarınız batıldır. Azîz ve celil olan Allah bununla şunu murat etmiştir: Kim iyiliği emreder ve kötülükten men eder de kendini unutursa, Allah onu pekiyi bilir!”

BEŞİNCİ FASIL: İYİLİĞİ EMRETMİ İŞİNİ GİZLİ YAPMAK.

Mümkün olursa iyiliği emretme ve kötülükten men etme gizli olmalıdır ki daha etkili olsun; öğüt ve nasihatı daha çok tutulsun, dedikleri kabul edilsin ve kötülükler daha çok atılsın. Ebudderda ( radıyallahu anh ) şöyle demiştir: “Kim din kardeşine açıktan öğüt verirse, onu kirletmiş olur. Kim de ona gizlice öğüt verirse, onu süslemiş olur.” Eğer böyle yapar da bir yararı olmazsa o zaman açıktan yapar ve iyi kimselerden yardım ister. Eğer bu da işe yaramazsa, devlet adamlarından yardım ister (onu şikayet eder).

Kötülüğü men eden bunu temelli olarak terk etmemelidir; çünkü Allah Teâlâ böyle yapan ve onlara göz yuman bir kavmi kınamış ve şöyle demiştir:

“Yaptıkları kötülüklerden birbirlerini men etmiyorlardı. Gerçekten yaptıkları bu şey ne kötü idi!” ( Maide, 79 )

“Hiç olmazsa alimleri ve fakihleri onları yalan söylemekten ve haram yemekten nehyetseler! Ne kötü bir sanata alışmışlar! “
( Maide, 63 ) Yani alimleri, fakihleri (hukukçuları) ve kurraları (din bilginleri) onları çirkin söz söylemekten, haram yemekten ve masiyetleri yapmaktan men etmeli değiller miydi?

Şöyle denilmiştir: Allah Teâlâ Yuşa bin Nun’a ( aleyhisselam) ” Şüphesiz Ben senin kavminin iyilerinden kırk bin, kötülerinden de AItmış bin kişiyi helak edeceğim,” diye vahyetti. O da. “Ya Rabbi, hele şunlar kötülerdir, iyilerin suçu nedir?” diye sorunca,
Allah Teâlâ da söyle buyurdu: “Onlar da benim kızmamla kızmadılar, onlarla beraber yeyip içtiler.”

ALTINCI FASIL: BEŞİNCİ ŞARTIN İRDELENMESİ.

Beşinci şart olarak emrettiği şeyi bilmesi ve men ettiği şeyden elini eteğini çekmesidir, demiştik. Ancak şeyhlerimiz şöyle demişlerdir: İyiliği emir, kötülükten men adil kimseye vacip olduğu gibi fasık kimseye de vaciptir. Biz de buna yukarıda ayet ve haberlerin genel hükmüne bakarak hiçbir ayrım olmadan işaret etmiştik.

Seleflerden bazıları:

“İnsanlar içinde kimileri de vardır ki, Allah’ın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok şefkatlidir.”
( Bakara, 207 ) ayetini iyiliği emre ve kötülüğü men’e yorumlamışlardır.

Rivayete göre Hazreti Ömer radıyallahu anh, bir insanın bu ayeti okuduğunu işitti: “Inna lillah ve inna ileyhi raciun (Biz Allah’ıniz ve nihayet O’na döneceğiz)” ( Bakara, 156 ) dedi. Bir adam iyiliği emretmek ve kötülüğü men etmek için kalktı, o da öldürüldü.

Ebu Umame radıyallahu anh’ten şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Cihadın en faziletlisi zalim bir hükümdarın karşısında söylenen hak bir sözdür.”

Cabir bin Abdullah radıyallahu anhuma’dan, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Kıyamet gününde şehitlerin efendisi, Hazreti Hamza ile haksız bir hükümdarın karşısına dikilip de ona emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker görevini yapan, onun da onu öldürdüğü kimsedir.”

Allah Teâlâ kötülüğü men eden, karşı tarafın da bunu izzet-i nefis meselesi yapıp ondan vazgeçmeyen kimseyi anlatmış ve:

“Ona “Allah’tan kork’ denildiği zaman da gururu kendisini günaha sürükler Cehennem de onun hakkından gelir. Cidden ne kötü yataktır o!” ( Bakara, 206 ) buyurmuştur.

İbn Mes’ud radıyallahu anh de şöyle demiştir: Allah katında en büyük günahlardan biri de bir kimseye: ‘Allah’tan kork,’ denildiği zaman: ‘Sen kendine bak,’ demesidir.”

Bütün bunlar hem salih, hem de günahkar için genel hükümler ifade etmektedir.

Ebu Hureyre radıyallahu anh de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İyiliği emredin, ister ki onu yapmayın, kötülükten men edin, ister ki onu yapın.”

Bir de zahir ve batın olarak hiç günah işlemeyen kimse yoktur.

Eğer biz: Kötülükten ancak onu yapmayan men eder, dersek, iyiliĝi emir ve kötülüğü men etme imkânsız hale gelir. Din silinir ve yok olur.

YEDİNCİ FASIL: İYİLİK VE KÖTÜLÜK İKİ KISIMDIR.

Kitaba, sünnete ve akla uyan her şey iyiliktir. Bunlara uymayan her şey kötülüktür. Sonra bu da iki bölüme ayrılır:

Birincisi: Açıktır ki onu herkes bilir; bu da beş vakit namazların, Ramazan orucunun, haccın vs. şeylerin farz olması gibi. Kötülüklerden de: Zinanın, içki içmenin, hırsızlık etmenin, yol kesmenin, faiz yemenin, gasp yapmanın vs. gibi şeylerin haram olması gibi. Bu kısmi men etmek, havas denen ulemaya vacip olduğu gibi halka da vaciptir.

İkincisi: Ancak havas denen kimselerin bileceği şeylerdir, mesela: Allah Teâlâ hakkında caiz olan ve olmayan şeyler gibi.

Bunu reddetme de özellikle alimlere vaciptir. Eğer bir alim, bunu sıradan bir vatandaşa haber verir, o da bunu yaparsa, bu da caizdir.

Sıradan bir vatandaşa bunu yapmak, ancak daha önce açıkladığımız gibi gücü yettiği zaman vacip olur. Bundan önce vacip olmaz.

SEKİZİNCİ FASIL: BU ADAPLARIN HER YERDE YAPILMASI GEREKİR.

Her müminin bu adâbları diğer hallerinde de yapması ve onları terk etmemesi gerekir.

Müminlerin Emiri Ömer bin Hattab ( radıyallahu anh )öyle dediği rivayet edilmiştir: “Önce edep öğrenin, sonra ilim öğrenin.”

Ebu Abdullah el – Belhi rahmetullahi aleyh de şöyle demiştir: “İlim edebi ilimden daha çoktur.”

Abdullah bin Mubarek rahmetullahi aleyh de şöyle demiştir: “Bana bir adam anlatılsa ki öncekilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş olsa da edebi olmasa, onunla tanışmadığıma üzülmem. Ama bir adam duysam ki edebi varmış, onunla karşılaşmak isterim ve onu kaçırdığım için üzülürüm.”

Şöyle denilmiştir: “İman beş kalesi olan bir şehre benzer: Birincisi altından, ikincisi gümüşten, üçüncüsü demirden, dördüncüsü tuğladan, beşincisi kerpiçten. Kale halkı kerpiçten olanı korumağa özen gösterdikleri sürece düşman ikinciye umutlanamaz. Eğer bunu ihmal ederlerse, onlar da ikinciye, sonra üçüncüye tamah ederler, sonun da bütün kaleler harap olur. İşte iman da beş kale içindedir: Birincisi yakîn, sonra ihlas, sonra farzları eda etme, sonra sünnetleri tamamlama, sonra da âdâbı muhafaza etmedir. Kul edepleri muhafaza ve kontrol ettiği sürece şeytan ona tamah edemez, ona karşı umutlanamaz.”

Eğer edepleri terk ederse, şeytan sünnetlere, sonra da farzlara, daha sonra da ihlasa, en sonunda da yakîne göz diker.

O nedenle insanın abdest, namaz, alışveriş vs. gibi şeylerde âdâba riayet etmesi gerekir.

Sosyal Ağda Paylaş

Bir cevap yazın